Radyo,
televizyon, gazete ve dergiler... Tamamına günümüzde medya deniliyor. Bu kitle
iletişim araçları, özellikle Türkiye’de beyin yıkama ve insanları belirli
siyasi hedeflere manipulasyon amacıyla öylesine çok, sık ve yaygın kullanılıyor
ve bu iş öylesine vulgar bir şekilde yapılıyor ki, insanı sinir ediyor. Her gün
gazetelerdeki haberleri ve köşe yazarlarınından pek çoğunu okudukça, televizyon
kanallarını -haberlerden, açıkoturumlara, yorumlardan, magazin programlarına
kadar-, seyrettikçe sinirleniyorum ve mideme ağrılar giriyor.
Haber spikeri
yada programın sunucusuyla oturduğum yerden
ağız dalaşına, kavgaya giriyorum. Elbette ki onlar beni duymuyorlar ve
bildiklerini okumaya yada söylemeye devam ediyorlar.
Örneğin: 28
Şubat sürecinde Milletvekili Uluç Gürkan’ı her hangi bir tv kanalında “ciddi”
bir açıkoturuma çıkartıp, önce onu Deniz Gezmiş’in arkadaşı, o zamanlar
yayınlanan Devrim Gazetesi’nin Yazıişleri Müdürü, “Devrimci” diye halka tanıtıyorlar. Hemen
arkasından da Uluç Gürkan ya başörtüsü ile ilgili olarak karşısındakilere
ağzından tükürükler saçarak “Cumhuriyet düşmanı şeriat devleti savunucuları,
yüce Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyeti size yıktırtmayız!” diye saldırıya
geçiyor, yada Kürt’lerin demokratik ve kültürel haklarından söz eden birine
“Misak’ı milli sınırlarını size böldürtmeyiz” diye nutuk çekiyor.
Ben de
başlıyorum televizyonun karşısında sinir olmuş bir vaziyette söylenmeye: “Uluç
Gürkan devrimciyse, ben de lokomotifim. Halktan yana değil, devletten yana.
Milli Güvenlik Konseyi’nin, derin devlet’in, Genel Kurmay’ın görüşleri ne ise
Uluç Gürkan’ın görüşleri aynı. Ne alakası var Deniz Gezmiş ile, ne alakası var
devrimcilik ile. Ama amaç belli. Milyonlarca insana ‘demek ki bu konularda
devrimciler böyle düşünüyorlarmış’ dedirtmek. Böylece milyonlarca inançlı müslüman ile Kürt insanını devrimcilere
düşman etmek. Çünkü gerçek devrimciler milyonlara seslerini duyuramıyorlar. Çıkardıkları gazete
ve dergiler beş on bin zor satıyor. Ellerinde büyük kitlelere ulaşabilen radyo
yada televizyon kanalları da yok.”
Son yıllarda
neredeyse tüm konularda sadece Hükümetin ve Cumhurbaşkanının propagandasına
hizmet eden konuşmalar yapan kadrolu gazeteci, profesör, uzmanlar doldu
televizyonlar.
Bir keresinde
Kanal D’de Durum Programında Güneri Civaoğlu
Alevilik ile ilgili derin araştırmalar yapmış bir Azeri Profesör ile Rus
asıllı Fransız İrene Melikof’u da konuk etmişti. Uyur İdik Uyardılar isimli bir
kitap yazarak Alevilik ve Bektaşilik üzerine çok güzel araştırmalar yapmış olan
İrene Melikof’a Mustafa Kemal ile ilgili düşünce ve değerlendirmelerini sordu
Civaoğlu. Melikof “Ben Mustafa Kemal
üzerine uzman birisi değilim. Alevilik üzerine araştırmalar yaptım. Bu konuda
soru sorarsanız iyi olur”şeklinde yanıt verince Civaoğlu’nun yüzü öylesine
ekşidi ki, hem çok şaşırdım hem de misafirine böyle ekşimesinden ben utandım.
Bu yanıt yetmemiş olacak ki, tekrak birşeyler söylemesi için ısrar etti.
Melikof ilk düşüncesinde direndi. Kadın doğru söylüyordu. Ne vardı bunda
alınganlık yapacak? Hem mecbur mu senin istediğin şekilde Mustafa Kemal’i
methetmeye. Ya Mustafa Kemal ile ilgili düşünceleri olumsuz ise ne diyecek?
Hapse girmeyi göze mi alsın? Türkiye’de Atatürk’ü Koruma Kanunu diye bir kanun
var. Dünyanın hiçbir demokratik cumhuriyetinde kurucuları yada kurtarıcılarını
eleştiriden korumak için çıkartılmış böyle bir kanun yok. Varsa da o ülke
demokratik bir ülke değildir zaten. Ayrıca
İrene Melikof kariyerini Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi
ideolojisini savunarak yapmamış. Melikof’a birkaç dakika dışında bir daha da
söz vermedi Civaoğlu.
Aynı
programda Azeri Profesör Alevilik ve Alevi toplumun sorunları açısından konuya
girer girmez Güneri Civaoğlu yine yüzünü
ekşiterek adama “Biz o problemi çözdük. Türkiyede böyle bir problem yok” diye
bir çimkiriş çimkirdi ki görmeye değerdi gerçekten. Azeri Profesör sadece imalı bir şekilde
“Çözdünüz mü? Öyleyse iyi” dedi ve sustu.
Oysa hala
Türkiyede Dinayet İşleri sadece Sünni’leri, onların da sadece Hanefi mezhebini
temsil ediyor. Alevilerle ilgili olarak toplumda hala önyargılar devam ediyor
ve bu önyargıların kırılması için ne devlet ne de medya üstüne düşeni yapıyor.
Cemevleri hala ibadethane olarak kabul edilmiyor. Mustafa Kemal’i öven, “laik”
Cumhuriyeti savunan konuşmalar yapanlar ise istidekleri kadar uzun
konuşabiliyor, hatta gerekirse saçmalayabiliyorlardı. Ama kim bilimsel,
eleştirel birşeyler söylemek isterse, hemen sözleri kesiliyordu.
Bu
durumlarda, bu tiplerin, böylesi programları yapan “büyük” gazeteci ve
başyazarların, söyledikleri yalanları bilip, asıl amaçlarını sezip de bunları
yazarak insanlarla paylaşamamak beni kahrediyordu. Düşüncelerimi evde eşim ve
çocuklarımla, en yakınımdaki birkaç komşu ve tanıdıkla paylaşabiliyordum, ama
bu bana yetmiyordu.
Sonunda
çareyi buldum. Çeşitli konulardaki gözlemlerimi, saptadığım yalan, çarpıtma ve
manipulasyonları hiç değilse yazabilirdim. Bu yazdıklarımı de bir gün
biryerlerde yayınlarım. Belki okuyanlar da olur...
Ve yazmaya
karar verdim.