Ağzında yalan varken konuşma. (Özdemir Asaf)

Dienstag, 25. Februar 2020

Aranan virüs bulundu mu?


Yıl 2040 Yaşlılara Ölüm
Almanya’da yazdığım “Yıl 2040 Yaşlılara Ölüm” isimli inceleme - araştırma kitabım 1998 yılında Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Özgür Üniversite tarafından Özgür Üniversite Kitaplığının 7. kitabı olarak Vakıf ve Üniversite Başkanı Dr. Fikret Başkaya’nın önsözü ile yayınlandı.
Bu kitapta o yıllardaki emekli ihtiyarların emekli maaşıları ve tedavi giderlerinin toplamının Almanya’nın bütçesinde çok büyük bir oran tuttuğunu rakamları ile göstermiştim.
Ötenazi denilen ölüm yardımı henüz hiçbir Avrupa ülkesinde yasalaşmamıştı. Ancak gazetelerde ve televizyonlarda yeni yeni tartışılmaya başlanmıştı.
Kuş gribi, İspanyol gribi, ibola gibi salgın hastalıklardan insanlar ölüyorlardı. Ve bu kitabımda ben Kapitalistler için hiç bir şeye yaramayan, sadece aldıkları emekli maaşları ve çok hastalandıklarından tedavi masrafları nedeniyle yük olarak görülen ihtiyarların bir biçimde ölümlerini hızlandırmanın yollarını aradıklarını yazdım. Bunun için ötenazi ve salgın hastalıkların en uygun yöntem olduğunu belirtmiştim.
Aradan otuz yıl geçti ve ötenazi İsviçre, Lüksemburg, Belçika ve Hollanda’da yasalaştı. Tabii şimdilik tedavisi mümküm olmayan ve çok acı çeken hastaların kendi istekleriyle uygulanıyor bu ölüm yardımı.
Kuş gribi, İspanyol gribi, ibola gibi salgın hastalıklar insanları öldürüyordu ama çocukları de öldürüyordu. Bu istenen bir şey değildi elbette. Ve çareleri bulundu.
Şimdi Korona virüs salgını var. Şimdiye kadarki süreçte çocukları pek öldürmediği, ancak yaşlı ve hastalıklı - Kalp, şeker, tansiyon, dolaşım bozukluğu gibi – öldürdüğü ortaya çıktı.
Kapitalistlerin aradığı virüs bulundu mu yoksa? Eğer öyleyse aşısı da ilacı da biraz zor bulunur, bulunursa da çok pahalı olur.

NEDEN YAZMASAYDIM ÇATLARDIM ?


 Radyo, televizyon, gazete ve dergiler... Tamamına günümüzde medya deniliyor. Bu kitle iletişim araçları, özellikle Türkiye’de beyin yıkama ve insanları belirli siyasi hedeflere manipulasyon amacıyla öylesine çok, sık ve yaygın kullanılıyor ve bu iş öylesine vulgar bir şekilde yapılıyor ki, insanı sinir ediyor. Her gün gazetelerdeki haberleri ve köşe yazarlarınından pek çoğunu okudukça, televizyon kanallarını -haberlerden, açıkoturumlara, yorumlardan, magazin programlarına kadar-, seyrettikçe sinirleniyorum ve mideme ağrılar giriyor.
Haber spikeri yada programın sunucusuyla oturduğum yerden  ağız dalaşına, kavgaya giriyorum. Elbette ki onlar beni duymuyorlar ve bildiklerini okumaya yada söylemeye devam ediyorlar.

Örneğin: 28 Şubat sürecinde Milletvekili Uluç Gürkan’ı her hangi bir tv kanalında “ciddi” bir açıkoturuma çıkartıp, önce onu Deniz Gezmiş’in arkadaşı, o zamanlar yayınlanan Devrim Gazetesi’nin Yazıişleri Müdürü,  “Devrimci” diye halka tanıtıyorlar. Hemen arkasından da Uluç Gürkan ya başörtüsü ile ilgili olarak karşısındakilere ağzından tükürükler saçarak “Cumhuriyet düşmanı şeriat devleti savunucuları, yüce Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyeti size yıktırtmayız!” diye saldırıya geçiyor, yada Kürt’lerin demokratik ve kültürel haklarından söz eden birine “Misak’ı milli sınırlarını size böldürtmeyiz” diye nutuk çekiyor.
Ben de başlıyorum televizyonun karşısında sinir olmuş bir vaziyette söylenmeye: “Uluç Gürkan devrimciyse, ben de lokomotifim. Halktan yana değil, devletten yana. Milli Güvenlik Konseyi’nin, derin devlet’in, Genel Kurmay’ın görüşleri ne ise Uluç Gürkan’ın görüşleri aynı. Ne alakası var Deniz Gezmiş ile, ne alakası var devrimcilik ile. Ama amaç belli. Milyonlarca insana ‘demek ki bu konularda devrimciler böyle düşünüyorlarmış’ dedirtmek. Böylece milyonlarca inançlı  müslüman ile Kürt insanını devrimcilere düşman etmek. Çünkü gerçek devrimciler milyonlara  seslerini duyuramıyorlar. Çıkardıkları gazete ve dergiler beş on bin zor satıyor. Ellerinde büyük kitlelere ulaşabilen radyo yada televizyon kanalları da yok.”
Son yıllarda neredeyse tüm konularda sadece Hükümetin ve Cumhurbaşkanının propagandasına hizmet eden konuşmalar yapan kadrolu gazeteci, profesör, uzmanlar doldu televizyonlar.

Bir keresinde Kanal D’de Durum Programında Güneri Civaoğlu  Alevilik ile ilgili derin araştırmalar yapmış bir Azeri Profesör ile Rus asıllı Fransız İrene Melikof’u da konuk etmişti. Uyur İdik Uyardılar isimli bir kitap yazarak Alevilik ve Bektaşilik üzerine çok güzel araştırmalar yapmış olan İrene Melikof’a Mustafa Kemal ile ilgili düşünce ve değerlendirmelerini sordu Civaoğlu. Melikof  “Ben Mustafa Kemal üzerine uzman birisi değilim. Alevilik üzerine araştırmalar yaptım. Bu konuda soru sorarsanız iyi olur”şeklinde yanıt verince Civaoğlu’nun yüzü öylesine ekşidi ki, hem çok şaşırdım hem de misafirine böyle ekşimesinden ben utandım. Bu yanıt yetmemiş olacak ki, tekrak birşeyler söylemesi için ısrar etti. Melikof ilk düşüncesinde direndi. Kadın doğru söylüyordu. Ne vardı bunda alınganlık yapacak? Hem mecbur mu senin istediğin şekilde Mustafa Kemal’i methetmeye. Ya Mustafa Kemal ile ilgili düşünceleri olumsuz ise ne diyecek? Hapse girmeyi göze mi alsın? Türkiye’de Atatürk’ü Koruma Kanunu diye bir kanun var. Dünyanın hiçbir demokratik cumhuriyetinde kurucuları yada kurtarıcılarını eleştiriden korumak için çıkartılmış böyle bir kanun yok. Varsa da o ülke demokratik bir ülke değildir zaten. Ayrıca  İrene Melikof kariyerini Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi ideolojisini savunarak yapmamış. Melikof’a birkaç dakika dışında bir daha da söz vermedi Civaoğlu.

Aynı programda Azeri Profesör Alevilik ve Alevi toplumun sorunları açısından konuya girer girmez Güneri  Civaoğlu yine yüzünü ekşiterek adama “Biz o problemi çözdük. Türkiyede böyle bir problem yok” diye bir çimkiriş çimkirdi ki görmeye değerdi gerçekten.  Azeri Profesör sadece imalı bir şekilde “Çözdünüz mü? Öyleyse iyi” dedi ve sustu.

Oysa hala Türkiyede Dinayet İşleri sadece Sünni’leri, onların da sadece Hanefi mezhebini temsil ediyor. Alevilerle ilgili olarak toplumda hala önyargılar devam ediyor ve bu önyargıların kırılması için ne devlet ne de medya üstüne düşeni yapıyor. Cemevleri hala ibadethane olarak kabul edilmiyor. Mustafa Kemal’i öven, “laik” Cumhuriyeti savunan konuşmalar yapanlar ise istidekleri kadar uzun konuşabiliyor, hatta gerekirse saçmalayabiliyorlardı. Ama kim bilimsel, eleştirel birşeyler söylemek isterse, hemen sözleri kesiliyordu.

Bu durumlarda, bu tiplerin, böylesi programları yapan “büyük” gazeteci ve başyazarların, söyledikleri yalanları bilip, asıl amaçlarını sezip de bunları yazarak insanlarla paylaşamamak beni kahrediyordu. Düşüncelerimi evde eşim ve çocuklarımla, en yakınımdaki birkaç komşu ve tanıdıkla paylaşabiliyordum, ama bu bana yetmiyordu.

Sonunda çareyi buldum. Çeşitli konulardaki gözlemlerimi,  saptadığım yalan, çarpıtma ve manipulasyonları hiç değilse yazabilirdim. Bu yazdıklarımı de bir gün biryerlerde yayınlarım. Belki okuyanlar da olur...

Ve yazmaya karar verdim.